Bir Çobanla Şairin Kırda Hazin Karşılaşması


“Biliyor musun?”
dedi, “Senin bu köyün, sessiz, sakin, huzurlu gibi görünen oysa çok ama çok eskiden beri var olduğu için herhalde, sessizliğinin, sakinliğinin ve huzurunun derinlerinde kırmızı bir telaş ve kara bir kin barındıran tuhaf bir köy.” Cevap istemeyen sorular soranları hemen anlarım. Çobanlık böyle bir şeydir. Sessizliğin içindeki sesi duyarsınız.

 

Benim sade bir çoban olduğumu düşünüyor ve kendisini taşlara derdini anlatan, koyunların dilini çözen ve ıslak toprağa uzanıp saatlerce uyuyabilen bir çobanın karşısına geçip, aklındaki her şeyi söyleyebilecek kadar özgür hissediyor. Çobanların beklentisiz hayatı onun cesaretini cezbetti. Biliyorum ve dinliyorum. Anlatıyor, her şeyi anlatıyor.

 

Aklından geçen ne varsa bir bir çimlerin üzerine döküyor, koyunların postlarına, tam tepedeki güneşin sıcağına... Aklından geçen ne varsa, şu anda, burada, bana anlatıyor: “Binlerce yıl önceden beri senin gibi nice genç çoban, yine burada, bu otlakta koyunlarla baş başa aylar, yıllar geçirdi. Bir ömür tüketti. Korkmuyor musun burada ölüp kalmaktan? Köyden hiç çıkamamaktan? Hayatının baştan sona çobanlıktan ibaret olmasından?”

 

Çobanın Düşü Taze Peynir Gibi

 

Ben şimdi hangi cevabı versem daha mutlu olur? Ya da sussam? Daha mı iyi? Gözlerimi uzaklara diksem... Gitmeyi düşlediğimi düşünecek; bakışlarımı yere eğsem, kalmayı... Hiçbir şey düşünmediğimi, her şeyi düşünen bir insana nasıl anlatabilirim? Gözlerimin içine bakıyor ve bu kez bir cevap bekliyor benden. “Bir çobanın düşleri taze peynir gibidir,” desem ona... “Hemen tüketilmesi gerekir. Öyle uzun uzadıya düş görmeye gelmez çobanlık. Düşlere inanan çoban hastalanır. O yüzden gerçeklerle daha kolay baş ederiz biz...” desem. “Gerçek, gitmek değil, kalmaktır benim için...” desem...

 

Bir çobana göre fazla büyük bir laf mı etmiş olurum? “Büyük laflar etmekten korkarsınız değil mi siz çobanlar?” diye soruyor şimdi de. Büyük olan her şeyden korkarız biz. Kim korkmaz ki? Hele kendisi... Küçük, küçücükse... Koyun küçüktür, çoban küçüktür, otlak küçücük, ağıl dar, havasız, ağacın gölgesi bir avuç, koyunun yediği ot, içtiği su bir gıdım, verdiği süt kaç bebeğe yeter sanırsın? Bir çoban ne kadar yaşar? Küçücük... Küçücük bir hayat yaşar. Ve tabii ki büyük olan her şeyden korkar. “Oysa çobanlar korkusuz olmalılar,” diyor, “Hayatın tüm sırlarına vakıfsınız ve belki de bunu fark etmiyorsunuz. Ne acı! Oysa güneşin doğması, batması, bulutların bitmek bilmez yolculuğu, kuşların başınızın üzerinden göç etmesi... Hiç merak etmez misin nereye gider bunca kuş?”

 

Nereye gittiklerini merak etmem, çünkü gittikleri yerden mutlaka döndüklerini bilirim. Bazen düşünürüm, acaba gittikleri yer aslında döndükleri yer midir diye? Cevap bulamam. Ama bu gidiş gelişler, bir huzursuzluk yaratır içimde. Benim koyunlarım hiçbir yere gitmezler. Ağıldan otlağa, otlaktan ağıla... Hangisi gittikleri hangisi döndükleri yerdir dersen... Biri yedikleri biri uyudukları yerdir, derim. Hepsi bu. Gitmekle dönmekle işleri olmaz onların. Huzuru severler. Biz huzuru severiz. Gitmek huzursuzluktur. “Korkuyorsun,” diyor bana, “Korkuyorsun sen! Korkak bir çoban tanıdım dağlarda, gitmekten korkan, uçan kuşun kanadına ürkerek bakan...”

 

Kır Cinleri Nerede?

 

O’na benden ne istediğini sormayacağım. Farzedeyim ki o da bir koyun. Ağılından çıkmış, otlağa gelmiş. Otunu yiyeceğine kendini yiyor. Eziyetten başka bir şey değil yaşam O’nun için. Acı çekiyor. Akşama kesileceğini sezen koyun misali... Allahtan, olacakları sezmez hiçbiri. “Kır cinleri! Kır cinleri de mi aklını hiç çelmedi senin? Güzeller güzeli bakire kızlar, rüyanda çırılçıplak dans etmiyorlar mı? Seni bilmediğin yerlere çağırıp eğlenmiyorlar mı? Ya da kayan yıldızlar? Senin de istersen bir gün kayabileceğini, yanarken sönebileceğini, sönükken parlayabileceğini kulağına hınzırca fısıldamadılar mı hiç? Sen sen sen... Çoban olmanın esrik büyüsünden nasibini nasıl oldu da almadın?” Bana kızıyor artık. Tıpkı okuduğum türkülerin sözleri gibi şiirler yazarmış. Aşktan bahsedermiş O da şiirlerinde, uzaklardan sonra imkansızdan, isteklerden, düşlerden ve büyülerden. Yazdıklarının hepsini çiçek toplar gibi kırlardan toplamış. Benim ve koyunlarımın her gün ayaklarımızla çiğneyip geçtiğimiz otların arasında... Meğer neler varmış. “Sizin için sizi yazıyorum ben mısralarımda” diyor, “Ama siz beni anlamıyorsunuz!”

 

Yaşamak Başlı Başına Cesaret

 

“Bir çoban, neyi neden anlamaktan yükümlüdür? Şiirinde bu da var mı?” diye sorsam... Kızar mı yine? Bir çobana kızılır mı hiç? Hele hele koyunlarını kaybetmediyse, sürüyü kurda kaptırmadıysa, uçurumlardan uzak durup, en kıymetli otların olduğu çayırları arşınladıysa... Bir çobana neden kızar insan? Cesaret dediği, nedir ki şairin? Yaşamak başlı başına bir cesaret, desem O’na...

 

Uyku, yarı ölümdür derler ya, insan her uyanışında yeniden doğar. O yüzden güneş battığında yatıp, doğduğunda kalkarız biz. Korkmaksa... Geceden korkarız. Oysa O, geceleri hiç uyumuyor. Yalan bir ışığın altında, önünde kağıt kalem, saatlerce acı çekiyor. Cesaret bu mu? Güneşe meydan okumak? Evet, öyleyse korkağız biz. Geceden korkarız. Güneşten güç alırız. Ama uzaklara gitmek dersen... Güneş bize, tam aksine, kalma gücü verir. Belki de kalmak cesarettir? Sen korktuğun için gelmiş olmayasın buralara şair? Bu gece bir şiir yazacağım. Diyeceğim ki, bir çoban susarak bir şairi yendi. Şairin coşkusu çobanın sükununa yenildi. Susarak mı geliyorsun her şeyin üstesinden? Kaçıyor musun yoksa? Sözden korkan mısın, sözü sakınan mı? Koyunların suskunluğu bulaşmış senin aklına. Onlarla yata kalka... Hadi isyan et be adam. De ki, koyun değilim ben.

 

Bana koyun diyemezsin de. Aklım var, fikrim var, ben bir insanım, düşünürüm de! Ben düşünürüm de sen konuşmaktan, düşüncenin kıymetini unutmuşsun şair. Düşünce sezilir. Sen yarattığın gürültüden sezgilerini yitirmişsin. Bak bana, bir mutsuzluk görüyor musun? Yeşil kırlarda, uçurumlardan uzak çayırlarda, sayıları belli koyunlarımla, öylece oturup kavalımı çalışımda, güneşle uyanıp, güneşle yatışımda, bildiğim yollardan şaşmayışımda bir akıl yok mu sence? Tüketerek değil, üreterek ilerleyen bir doğanın içinde yaşasaydın, sen de benim gibi sakin olurdun. Benim yaşadığım hayatta telaş azdır.

 

Korku desen telaşın arkadaşı. O da azdır. Hani sizin yanlış bir sözünüz var: “Durma, düşersin,” diyorsunuz ya... Bir dursanız; düşmenin aslında koşmaya arkadaş olduğunu anlayacaksınız. Her şeye sahip olmakla hiçbir şeye sahip olmamak arasındaki farkı sorayım sana. Bu dev mukayeseden kim karlı çıkar? Suskunluğun ve durgunluğunla bir şairi korkutuyorsun. Alacağın olsun. Belki az sonra kendimi öldürürüm.

 

Karabiber ağacının dallarında sallanır bedenim. Ya da şuracıktaki kuyunun sularında çürür. Kaval çalar mısın yenik şairin başucunda? Yoksa ilelebet susup, bana öyle bakacak, ölü bir şairi bile korkutacak mısın? Hiçbir sözüm sana ulaşmıyor değil mi? Tanrım! Bunca şair, bunca şiiri boşuna mı yazdı yoksa? Diyelim ki kendini öldürdün. Cesedini yarın bulacaklar. Karabiber ağacının dallarında ya da kuyunun çamurlu sularında...

 

Ölüm nedir, neye yarar, ölen insan nereye gider hiç bilemem. Ama şunu bilirim, sözleriyle coşturamadığı çobanın gözlerine bakarak kendini öldüren şair, kendisi nihayetinde şiirdir.

 

Alezya Kültür ve Sanat sitesinden alınmıştır. - 21.08.2007, Salı