Ardıç Ağacıyla Sohbetler - I
Akpınarlı İkiz Ardıç
Ardıç Ağacıyla Sohbetler - I
Akpınarlı İkiz Ardıç
Altta sarı toprak, irili ufaklı taş ve kayalıklar, üstünde yeşil koniler, daha yukarıda sadece taş ve kayalıklar ve en üstte ise mavi gökle örtülü diyarlar birer ardıç yurdudur. Akdeniz sahillerinden binbeşyüz metre yukarılarda, sohbet arkadaşımın yurduna girip merhaba dedim. Hepsi ayrı bir bakılası güzellik sunsa da içimden bir ses konuşacağım dostun daha yukarılarda bir yerlerde yaşadığını fısıldıyordu.
Binsekizyüz metre yükseklikteydim ve onu bulmuştum. İşte tam karşımdaydı. Boynunu zirvelere uzatmış, bulutlardan şapka giymiş, yeşil elbiseli ihtiyar benim sohbet dostum gibi gözüküyordu. Emin olmak için yaklaştım. Toprak üstüne oturtulmuş fıçı gibi ana gövdesi, sonra ikiye ayrılarak birbirine denk uzanan ikiz gövdeciğiyle, önce yana, sonra aşağıya doğru dönerek kavislenmiş dallarıyla, dalların uçlarında kümelenmiş boz yeşil yapraklarıyla doyumsuz bir güzellik sunuyordu. Gördüklerim arasında en ihtiyarı ve muhtemel ki en bilge olanı sohbet arkadaşım olmalıydı.
Dallarındaki hışırtıyı duyacak kadar yaklaştığımda “Merhaba arkadaşım, hoş geldin” dedi, yere yakın dallarını sallayarak. “Seni bekliyordum ben de! Biliyordum, konuşmak istiyordun nicedir benimle. Hele otur da şöyle, biraz soluklanıver” dedi oksijen azlığından sıkça soluduğumu görerek. Aslında heyecanlı idim de. Karşısında, masa kadar geniş bir taşa oturdum. Gülümsedi ve bir müddet sonra konuşmaya başladı.
“Ben bir ardıcım... Botanik kitaplarında bize ve akrabalarımıza ‘Servigiller’ derler. Biz bu büyük ailenin juniperus denilen kolundan geliyoruz. Juniperus ‘taze kalan’ ya da ‘herdem yeşil’ anlamındadır. Kuzey Yarıküre’de bir uçtan bir uca yayılan 60 türümüz vardır. Anadolu’da ise sekiz kardeşiz biz. Ben onlardan boylu ardıç denilenim ya da bilimsel olarak ‘Juniperus excelsa’ ”.
“Ama... Ya ardıç?...” diyecek oldum. “Acele etme.” dedi kımıldayarak. “Ya borovica, ginepro, enebro, Wacholder?... Bilmelisin ki bunların hepsi senin dilinde ardıçtır.” dedi bilgece. “Evet, juniperus adını yalnız mektepliler bilir. Buralarda cillik ağacı der bana çobanlar, hatta birkaç yüz kilometre ötelerde cırrık da olurum. O nedenledir ki tüm ulusları, tüm dilleri eriten bilimsel adımdır juniperus”. Kafamda hala “Peki ardıç, neden ardıç?” sorusu var ama cevabı da hemen geliyor. “Ardıç; arkadaşlık, vefa, koruma, şefkat demektir.”
Hafif bir rüzgar esti, sohbet arkadaşım da ona eşlik edip hafifçe sallanıverdi. Mistik bir alazlanma oldu, Torosların ıssız yamaçları efsunlu bir kokuyla temizlendi. Gökyüzünün sabi mavisi, geven dikeni uçlarının titrek kızılı, birkaç karanfilin uçuk pembesi, kurumuş kekiklerin hışırtılı sarısından ezilmiş, sonbahar yağmuruyla eritilmiş, kaya yosunlarına değdirilmiş, serin mağara kovuklarında imbiklenmiş bir koku yayıldı etrafa. Yayılırken yörük teri, keçi kılı, koyun yünü iliştirilmiş bu koku onun kokusu, ardıç kokusuydu.
“Binlerce yıl önceleri Asya’nın ortasında erkek çocuklar kırlarda koyun otlatırken; delikanlılar çayırlarda at koştururken; genç kızlar dere kenarında çamaşır yıkarken bu kokuyu koklayarak yaşarlardı. Mutluydular fakat öyle bir zaman geldi ki Gök Baba’nın gönderdiği damlacıklar Toprak Ana’nın kucağına inmez oldu. Erklig ağzını açıp göğe çevirdi, doymaz boğazı yağmurları yutmaya başladı. Albızlar mutluluğu ve huzuru sevmezler ya, Erklig beterin de beteridir. Yaşamın ana maddesini yuttuğunda kötülüğün en kötüsünü yapacağını çok iyi biliyordu. Nitekim ekinleri şenlendiren, çayırları yeşillendiren, dereleri coşturan, ormanları kavuşturan yaşam damlacıkları olmayınca yaşamın tüm renkleri öldü. Su olmayıp da dereler kuruduğunda; yağız toprak çatlayıp da otlar boylanmadığında; koyunlar ot gevşeyip de bakraçlar süt dolmadığında; boş çanaklar çoğalıp da bebeler ölmeye başladığında acılar katlanılmaz oldu. Erklig kötülükten başka ne bilirdi ki? Bıkmadı, vicdanı zaten yoktu. Mevsimler sadece yaza, dereler toza kesti. Yokluk, yok olmamak için büyük göçün işareti demektir. Artık yeşil ovalar bulmak, yeni obalar kurmak için yola koyulma vaktiydi.”
“Ancak mutluluk eli, yaşam ili neredeydi? Erklig’in kollarının uzanamayacağı, güneşin battığı dağların arkasında, çok uzaklarda olmalıydı. Henüz tanımadıkları kötülükler, solumadıkları iklimlerin tuzağına düşüp yok olma korkuları, doğru yeri ve yönü bulamama endişeleri onları mutsuz kılıyordu. Onlara becerikli bir rehber gerekti. İşte bu zamanlarda geçtikleri her yerde, konakladıkları her yaylada yol gösterdim onlara, içgüdüsel bir harita sundum. Yağmurlu dağlara, yeşil otlaklara ulaşmalarını sağladım. Kokumla rehber oldum, ta ki Anadolu’ya kadar.”
“Orta Asya’dan beri hep yürüyen bu insanlar her zaman benim yaşadığım çetin yollardan yürüdüler, benim yaşadığım topraklarda yaşadılar, benim kokumu soludular. Benim gibi zora dayandılar, çetin oldular ve derken Yörük oldular. Giderken artlarında bıraktıkları da bendim ama vardıkları yerlerde onları karşılayan da bendim.”
“Zaman geldi, bir milenyum önce göç sona erdi. Obalar kurdular, yeniden oymak oldular. Zaman geldi, taşınan çadırları bırakıp taşlardan taşınmaz evler, köyler kurdular. Çatıları yıkılmasın, damları çökmesin diye evlerine taban direği oldum. Sığındıkları, mutlandıkları ocakların desteği oldum. Zor anlarında, karlar yağdığında koyunlarına, keçilerine, develerine yapraklarımla yem oldum. Yem iken süt oldum, karınlarına aş, gövdelerine baş, boğazlarına can, damarlarına kan oldum. Evlerini ısıttım, aşlarını pişirmek için odun oldum. Kötü Erkliği kovdum, vicdansız şeytanları dumanımla boğdum. Salgın hastalıkları tütsümle etkisiz kıldım. Bebeklere koruyucu beşik olup uyuttum; genç kızların hasretlerini dinledim, gönül türkülerini duydum. Kısır gelinlere sevinç bebekleri, analara ve babalara kazanç, yaşlılara ve hastalara esenlik için umut ve dilek ağacı oldum. Karın ağrılarına şurup, deri kaşıntıları ve yaralarına merhem oldum. Ölülere tekne, mezarlara dokuz tahta, başuçlarına tanıtıcı iz oldum. Sonsuzlukta uyumaları için gölge ağacı oldum.”
“Aş olduğum, aşıkları duyduğum, biçarelere çare, hastalara ilaç ve güçsüzlere derman olduğum için Arçan’ım ben...”
“Destek olduğum, yardım ettiğim ve sevildiğim için Arça’yım ben...”
“Dik durduğum, yol ve yurt gösterdiğim için Arçın’ım ben...”
“Kuşakları bağladığım ve gelenekleri yaşattığım için Ardaç’ım ben...”
“Arkalarında durduğum, yanlarında yürüdüğüm ve koruduğum için Ardıç’ım ben...”
“Ben garibe gelince, Akpınar’lı İkiz Ardıç’ım ben...”
Ardıç bu olmalıydı. Ardıç bir ağaç değil, birçok şey olmalıydı. Tanrı’dan bir parça, O’nun sevgi ve koruma sunumlarından biri olmalıydı. Saygıyla ve sevgiyle baktım ona. Tevazuuyla yere doğru dalgalanarak devam etti. Aç kuşları, otsuz aylarda hayvanları doyuran, evlere direk ve vücutlara sağlık olan, ocaklarda odun olup odunda aş pişiren o değilmiş gibi kibirlenmeden, büyüklenmeden yalnızca kutlanmışlık memnuniyetiyle bir kez daha sallandı dalları. “Arif anlar bizi, nice sırdanuz” dercesine Abdal Musa’nın dilince devam etti.
“Ben üçyüz yıl kadar önce burada doğmuşum. Babam şu karşı yamaçta görmüş olduğun gövdesi kurumuş, yaprakları dökülmüş, yanındaki kayaya eğrilmiş, sonsuzluğa göçmüş Hıdır Baba; annem ise hemen onun yanı başında beli bükülmüş, kolları yana düşmüş güneşlenen Döne Hatun’dur.” dedi. “Nasıl?” diyecek oldum. “Bizlerde de erkek ve kadın vardır, tıpkı insanoğlunda gibi eşeyler ayrıdır. İlkbahar yeli estiğinde erkeklerin tozları uçuşup dişi kozalakların rahmine ulaşır. Yeni bir ardıcın yaşamı için ilk aşamadır bu. Ancak asıl bundan sonrası zordur. Şu genç ardıcın dalında öten, göğsü kahve benekli, kül renkli kuşa, toprakta bir şeyler eşeleyen kara kuşa bak... İşte onların üçyüz yıl önceki nineleri yere düşen ufacık mavimsi-siyah tohumu yemeseydi ben olamazdım” dedi.
“Bizim tohumlarımız öyle toprağa düşünce hemencecik çimlenmezler. Bu dost kuşların midesinde sindirim enzimleriyle bir değişim, olgunlaşma geçirmemiz gerekir. Kuş, sindiremediği çekirdeği toprağa çıkardığında yeni bir ardıç fidesi boy vermeye başlar. Hem de anne ve babanın hiç te göremediği, bilemediği uzak bir yerlerde, kuş nereye uçmuşsa orada yeni bir ardıç doğar.”
“Gizemli, çok gizemli bir çoğalma! Koskoca, heybetli ardıcın şu küçücük avuç içini bile doldurmaz küçük kuşlarla yaşam bulması Tanrı’nın mucizelerinden bir diğeri olmalı.” diye düşünürken devam etti. “Bebeklerimiz de öyle kolayca büyümez. Senin boyuna gelmek için en az on, onbeş sene geçmesi gereklidir. Köklerimiz kayalıklarla yapılan sabırlı bir mücadelenin sonunda derinlere inip yeterli suyu bulduğunda bazılarımız yirmi metreye kadar uzarız. O yüzden boylu ardıç ya da yüksek ardıç da derler bize...”
“Yaşamlar karşılıklıdır. Her yaşam bir başka yaşama bağlıdır.”
“Biz kuşları doyururuz, onlara yuva oluruz. Kuşlar da bizi doğurur, yaşama bağlar.”
“Ne boylu ardıçlar minicik kuşlardan büyük, ne de minicik kuşlar boylu ardıçlardan zengindir.”
“Her iyilik bir başka iyilikle gönendirir.”
“Her kötülük ise bir başka kötülükle felakete gönderir.”
Ne demek istediğini anlamıştım. Sustu, ben devam etmeliydim. Zira o diyeceğini demiş, bildiklerini anlatmıştı bana. Ağaç sınırında yaşayan bu koca ağaçların ağaç sözünün çok ötesinde olduklarını öğrenmiştim. Biyolojik olarak birer ağaç gibi görünseler de ağaçların eri, asırlar deviren bilgesi ve piriydiler. Toroslar gibi daha nice dağların en ulaşılmaz, en sert, en çetin yerlerinde, en yükseklerde yaşam ve özgürlüğün şahı idiler. Anadolu insanının yürüdüğü her yolda ve yaşadığı her diyarda yaşam ve ölümün ortak adıydılar. Saflık ve temizliğin görüntüsüydüler. Bu imgeler insanların tek yönlü faydalanma kültlerinin, bencilliklerinin birer sonucuydu. Şüphesiz asıl göz ardı edilen onların bu kadar sert koşullarda, asırlar boyunca insanlara nefes için gerekli yüzbinlerce metreküp oksijeni üretmeleriydi. Zira kaç insan onların muazzam, yorulmaz birer taze hava makineleri gibi çalıştığını anlamıştı ki?
Sohbet arkadaşım susmaya devam etti. Neden konuşmuyordu ve neden hüzünlüydü?
“Susmak, içini dinlemektir. İçini dinlersen önceden bilinen bir cevabı olmayan sorulara kendin cevap bulursun.”
Belli ki düşünmemi istiyordu. Doğduğu zamanlarda buralarda yalnızca keçilerini otlatan birkaç Yörük ailesi vardı. “İkiz Ardıç” hepsini tanır, onlar da onu tanırdı. “İkiz Ardıç”ın çocukluk arkadaşı yörükler torunlarını görememişler olsalar da “İkiz Ardıç” onların onuncu kuşaktan torunlarını bile tanıyordu. Bu güzeldi ama bir şeyler de üzüntü veriyordu. Kuşaklar yenilendikçe eskiyen bir şeyler vardı. Bu bilge ağacın, bu sevgi ağacının hüzünlendiği sayıları arttıkça sevgileri eksilen insanoğlunun kendisiydi. Onurluydu, şikayet etmiyordu ama adalet diliyor gibiydi. Çünkü beş, on kilometre yakınlardaki üç köyde birden dört bir yanda yayla evi olarak inşa edilen beton evler çoğalıyor, çoğaldıkça ardıçların yerini alıyorlardı. Sadece bir iki ay için oturulacak evler o kadar artmaya başlamışlardı ki “İkiz Ardıç”ın yüzlerce akrabası, çocuğu, torunları birbiri ardına kesilmiş, yok olmuştu bile. Şimdi onların mekanı yazlık ev arsalarına; ceviz, elma, kiraz, şeftali ağaçları ve sebze tarlalarına dönüşmüştü.
Yine birkaç yıl önce aşılmaz sanılan kayalıkları un ufak eden dinamitler patlamış, güçlü makineler Torosları yırtarak İç Anadolu bozkırlarına uzanan geniş yollar da açmışlardı. Yok oluşun başlangıcı yalnız yeni evlerle, yollarla ve yollardan akan araçların karbon-kükürt gazlarıyla, dere kenarlarına dökülen çöplerle sınırlı değildi elbette. Ardı ardına taş ocakları da açılıyordu. Bu, şimdilik daha aşağıdakilerdeki katran ağaçlarının sorunu gibi görünse de, “İkiz Ardıç”a henüz yedi kilometre uzakta olsalar da uzaklardan yayılan masif kireç tozları ardıçların üstüne çöküyor, nefeslerini tıkıyordu. Ocakların etrafındaki göknarlar ve sedirler zaten epeydir hastaydılar. Daha da kötüsü yakın bir yerlerde, Mut’ta, birkaç yıl önce on dönümlük, binlerce yılın ardıç ormanı belki basit bir piknik ateşiyle yok olmuştu. Ardıçların anası kuşlar da pek uçmuyorlardı artık. Ardıçları tükenen bu yamaçlardan ardıçları sevenlerin diyarlarına göçmeye başladılar, kim bilir? Ormancıların ardıçları yaşattığı, ardıç kuşlarına yaşam kanunları ilan ettiği, enerji tutkunlarının ardıç kuşlarının suyunu metal borulara hapsetmedikleri, belediyecilerin torunlarına ardıç kuşlarının öttüğü yeşil şehirler vadettikleri bir Kafdağı ülkesine doğru kanat çırpmaya başladılar. Ya ardıçlar? Kanatları yok ki ardıç kuşları gibi uçsunlar, insanlar gibi yürüsünler, yeni yurtlar edinsinler.
“Her yaşam bir başka yaşamın anasıdır.”
“Her kötülük bir başka kötülüğün tarlasıdır.”
Söylediklerini anlıyordum. Globalizm çağında roller değişiyordu. Anadolu insanının atalarına can veren bu canlar artık onların torunlarınca korunmaya, can olmaya muhtaçtılar. Onlar insanoğluna hizmet için varlardı ama insanoğlu çevreyi doğal kanunda öngörülenden hızlı şekilde yok ederek aslında kendi sonunu hazırlıyor, hızlandırıyordu. “İkiz Ardıç” da zaten milenyumlar ötesi efsanelerle oluşan kutsallığının, balta vuranı ondurmaz dokunulmazlığının birkaç on yılda yok edilişine, bir fırıncı ocağında ateş olacağına değil aslında korumaya adadığı insanların felakete doğru gidişine üzülüyordu. Bugün daha çok güç isteyen makinelerin, birbiri ardına yükselen binaların yarın torunların karnını doyuramayacağını, cüzdana dolan dolarların ardıç kuşlarını geri getiremeyeceğini biliyordu.
Dallarındaki boz gülümsemeyle dolu veda sesini hissettim, hüzünlü kokusunu içime çektim, uzaklaştım. Sonra geride bıraktığım yalnız ve gururlu ağaca bir kez daha bakmak geldi içimden, baktım. Belki gelecek yıl orada olmayacaktı. Ona bu son bakışımın son sohbetin son noktası olmamasını, daha nice sohbetler yapabilmeyi diledim. Benden sonra bir anıt ağaç olarak torunlarımla sohbet edebilmesini de. İnsanlar ardıç ağaçlarıyla sohbet eder mi? Bilemiyorum ama denemelerini isterdim. Denerlerse, çeşitlilik ve varsıllık tükenişine ilerleyen dünyada umutların tükenmediğini anlardım. Ekolojiyi ekonomiye kurban eden politikalarına son verecek akıllı ve merhametli insanların artacağına dair inancım da güçlenirdi.
Zeynel Cebeci / Mersin - 18 Ekim 2013, Cuma
* Bu yazının başlığı merhum Hikmet Birand’ın ünlü “Alıç Ağacı İle Sohbetler” adlı eserinin adından esinlenmedir. Allah rahmet eylesin, huzur içinde yatsın.
* Bu yazı ardıç ağacının Anadolu, özelde Yörük insanının kültür ve yaşamındaki yerini öykülemektedir. Ekolojik, biyolojik, etiyolojik ve kült olarak ardıç ağacının önemini vurgulamayı esas almıştır.
* Serinin diğerleri “Limburg’da Ardıç Kokulu Bir Akşam” ve “Musa Dağı’nda İsa’nın Ardıçları” yazılarıdır.