'Dağ'ın Arkadaşlığı
Aylardan Nisandı ve güneş yeni yeni ısıtıyordu bölgeyi. Karlar erimişti erimesine ancak bu seferde her yer su ve çamur olmuştu. Bırakın bir yerden bir yere araçla gidebilmeyi insanlar yollarda yayan bile yürüyemiyorlardı. Her taraf balçık haline gelmiş, menfezler ve köprüler yıkılmış, “Digor Çayı” ve ona bağlanan dereler taşmış, araçla ve yaya geçişe imkan vermiyordu. “Digor”da bölük merkezi bulunan hudut bölüğünün hem karakollarla hem de “Tabur Karargahı”nın olduğu Subatan ve Kars ile bağlantısı kesilmişti. Zaten kış süresince söz konusu bağlantının sağlıklı olarak yürütüldüğü söylenemezdi. Bir de baharda karların erimesiyle bağlantı 15-20 gün kadar kesilirdi.
Ama tabiat bir harikaydı. Her yer yeşermiş, rengarenk çiçekler açmıştı ve çok berrak, temiz hava hakim olmuştu “Digor”a. Evinden çıkıp Tavlaya doğru ilerleyen Bölük Komutanı temiz havayı derin derin içine çekti. Her şey çok güzeldi. Bugün habercisi ile birlikte hudut karakollarına gitmeyi planlamıştı. Araçla gitmesi mümkün değildi. Atı ile gidecekti. Bu çok yorucu oluyordu ama çok da zevkliydi. Atı ile hudut karakollarına gittiğinde, “Arpaçay Nehri”nin açtığı kanyonu kullanıyordu. “Arpaçay Kanyonu” yer yer derinliği 50-60 metreye ulaşan dik kenarları ve kanyon içindeki bitki ve kuş çeşitleri ile adeta bir cenneti andırıyordu. Sadece “Arpaçay Nehri”nin ve yüzlerce değişik kuşun sesleri duyuluyordu. İnsan bu cennette ilerlerken dünya ile ilişkisini kesiyor ve sadece anı yaşıyordu. Kanyonun içindeki bitki örtüsü rengarenkti, hele çiçekler kartpostaldan çıkmış gibiydi. Bu güzellikleri tekrar göreceği için sabırsızlanıyordu yüzbaşı.
Bu sırada sabırsızlanan biri daha vardı. Yüzbaşının atı “Dağ”. Dün yüzbaşı onu temizlemiş tımarını yapmıştı. “Dağ”ın tımarını temizliğini hep kendi yapardı. Ayrıca dün nalbanta nallarını da kontrol ettirmişti. Çünkü epey uzun bir yol gideceklerdi. İlk gidecekleri karakol 22 km. mesafedeki “Kilittaş Karakolu”ydu ve hemen “Arpaçay”ın kenarında sıfır noktasındaydı. Kanyon burada açılıyordu ve buradan kanyona girmek mümkündü. Zaten biraz ileride de “Aras Nehri” ile birleşiyordu. Kanyonun Ermenistan tarafı 70 metrelik dik bir duvar gibiydi.
“Dağ” yüzbaşının kokusunu almış, kişniyor, yerinde duramıyordu. Yüzbaşı ile aralarındaki arkadaşlık ve dostluk öylesine ilerlemişti ki birbirlerinin ne yapacağını, nasıl davranacaklarını adeta ezberlemişlerdi. İkisi bir bütünün parçalarıydılar. Yüzbaşı işi olsun olmasın eğer bölük merkezindeyse üç öğün onu görmeye gider, onunla konuşur, sohbet eder, her gün bir saat civarında da at binerdi. Birbirlerini görmeyince ikisi de huzursuz oluyorlardı. Çok büyük bir dostluk ve arkadaşlık tesis olmuştu. “Dağ”ın donu, koyu doru idi. Müthiş gösterişli ve asil bir attı. Gerçi bütün atlar asildir ama Dağ başka bir asil attı.
Yüzbaşı tavla kapısından girdiğinde “Dağ”ın gözleri parlamış, heyecanlanmış ve soluk alış verişi hızlanmıştı. Yüzbaşı “Dağ”ın başını okşadı, sırtını sıvazladı ve eğeri, koşum takımlarını taktı. “Dağ”ı yavaşça tavladan çıkardı. Tekrar nallarını ve koşum takımlarını kontrol etti, her şey tamamdı. “Dağ”a bindi, onu atıyla takip eden habercisiyle birlikte “Kilittaş Hudut Karakolu”na doğru intikale başladılar. Rahvan gidiyorlardı. Bu yüzbaşıyı da, “Dağ”ı da yormuyordu. Yolda iki yerde mola verdiler ve “Kilittaş Hudut Karakolu”na vardılar. Yorulmuşlardı. Karakoldaki işlerini yaparken “Dağ” da soluklanmış ve dinlenmiş oldu. Bundan sonra yolları epey zorluydu. Artık kanyon içerisinden gideceklerdi bundan sonraki “Çatak Hudut Karakolu”na. Kanyona girdiler, her şey çok güzeldi ve iyi gidiyordu. “Çatak Hudut Karakolu”na yaklaşırken kanyon içinde tırmanmaları gerekiyordu. Sanırım 50-60 metrelik bir yüksekliğe çıkmaları gerekiyordu. Tam tepe noktaya ulaşmışlardı ki altlarındaki taşlar kaymaya başladı. “Dağ” tutunmaya çalıştı, fakat kayıyordu. Üzerindeki yüzbaşıyı atsa rahatlıkla sıçrayıp çıkardı buradan ama o yüzbaşıyı üzerinden atmak yerine dört ayağının üzerine kapaklandı ya da çöktü. Yüzbaşı “Dağ”ın üzerinden indi ama “Dağ” ayağa kalkamıyordu. Yüzbaşı yüzüne baktı; canı gibi sevdiği, arkadaşı, dostu “Dağ” çok acı çekiyordu. “Dağ”ın çöktüğü sırada kayalara sıkışan iki ön ayağı da kırılmıştı. Dağ’ı buradan çıkarmak, başka yere götürmek mümkün değildi. Yüzbaşı Dağ’ın başında belki iki saatten fazla düşündü. Dağ’ın acısı büyüktü ve gözlerinde yaşlar birikmişti, yüzbaşının gözleri de nemlenmişti. Hava kararıyordu. “Dağ”ı buradan bir yere götüremezler veya gece burada bırakamazlardı. Yüzbaşı kararını verdi. “Dağ”ın acısına son vermek için onu vuracaktı. Önce “Dağ”ın boynuna sarıldı, onu gözlerinden öptü, bu sırada iki arkadaşın da gözlerinden sel gibi yaşlar akıyordu. Yüzbaşı “Dağ”ın kulağına bir şeyler fısıldadı ve “Dağ” başını aşağıya doğru eğerek onayladı yüzbaşını söylediklerini. Sonra bütün kanyonu dolduran bir silah sesi duyuldu ve arkasından da kopkoyu bir sessizlik sardı kanyonu.
Aydınlık Gazetesi - 20.11.2016, Pazar