01.09.2020 / Ayşen Eren - Yaban Hayvanlarının Av Olmaya İtirazı Var!
Kastamonu’da, Erzincan’da ve Urfa’da katliam ihalelerinin yürütmesi durduruldu. Av olacak keçiler, geyikler, ceylanlar, arasında soyu tükenme tehdidi altında olan hayvanlar da var. Bilinmeli ki bu yaban hayvanlarının av olmaya itirazı var.
“Geri kalan tüm yaratılanların haklarını görmekte nasıl körüz”, John Muir, 1867
798 yaban hayvanının 2020-2021 avlanma sezonunda resmi av yapıldığını yazan haberler medya kanallarında belirdiğinde, Roderick Frazier Nash’ın “The Rights of Nature: A History of Environmental Ethics” (Doğanın Hakları: Çevresel Etik Tarihi) kitabını okuyordum. Kitap beni bu satırları yazmaya teşvik etti. Av olacak yaban koyunları, yaban keçileri, geyikler, ceylanlar, karacalar arasında soyu tükenme tehdidi altında olan hayvanlar da var. Bilinmeli ki bu yaban hayvanlarının av olmaya itirazı var.
Bu tıpkı Aldo Leopol’'un “Bir Kum Yöresi Almanağı” kitabında anlattığı, tüfekle vurarak avladıkları anne kurdun ve ait olduğu kurt sürüsünün mekanı dağın, bu ölüme kederli, isyan dolu itirazı gibi. Kurt avlamanın geyikler için kurtuluş olacağını sananlar, o dönem kurtların kökünü kurutmuş. Artan geyik nüfusu dağların yamaçlarındaki her çalıyı, taze sürgünü, ağaç yapraklarını yiyerek yok edip, yeşillikleri kurutmuş, sonra aç kalan yüzlerce geyik ölmüş. Doğal dengeye insanın yaptığı müdahalenin yabanıl hayattaki acıklı sonucu. Birini kazanacağını sanırken tümünü; kurdu, dağı, geyiği kaybetmek.
“Av turizmi” de doğal dengeye, yaban hayata müdahale ediyor. Üstelik müdahalenin amacı döviz girdisi sağlamak, ülke ekonomisine katkı sağlamak. Bu nedenle 798 yaban hayvanının itirazı çok daha büyük. Çünkü yaşayan, acıyı hisseden bir canlı ve yabanıl doğanın bir parçası olarak, ölüm fermanlarının insanoğlu tarafından para karşılığında imzalanmasına razı değiller.
Bu Nasıl Turizm?
Av turizmi terimi başlı başına çelişkilerle dolu. Turizm “Türk Dil Kurumu”nca “dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi” olarak tanımlanıyor. “Av turizmi” adı altında yaban hayvanlarını öldürme hakkı, para karşılığında ihale yolu ile paralı ve güçlü insanlara satılıyor. Bir yaban keçisine biçilen asgari fiyat 14 bin TL, çengel boynuzlu dağ keçisinin ki 8 bin 500 TL. İhalede en yüksek fiyatı verip avlanma izni satın alan bu insanların dağlarda yaban hayvanlarını yok yere öldürmeleri ve bunu zevk almak için yapmaları nasıl turizm sayılıyor?
Sosyal Medyada Kampanya
Yabanın av turizmine bu itirazına, sosyal medyada #Avcinayettir, #Avcılık Yasaklansın başlıklı kampanyaları başlatan, ihalelerin iptali için dava açan yaban yaşam haklarını savunan ülke insanları da katılıyor. Ülkemizde insanın, insan olmayanın haklarını savunması bir ilk değil. Özellikle son yıllarda hayvan hakları konusunda giderek artan bir farkındalık, duyarlılık ve gelişen bir aktivizm var. Fakat sıradan insanların itiraz ve tepkileri bu kadar görünürken, duyulmayan aydınların, çevre koruma, çevresel etik ve ilahiyat alanlarında çalışan akademisyenlerin, din insanlarının, özellikle de siyasi parti yöneticilerinin sesi, av turizmi hakkında ne düşündükleri.
Nash’in kitabını dikkatinize getirmemin nedeni, av turizmi haberlerine karşı etik kaslarımızı biraz esnetmemize ve çalıştırmamıza yardımcı olması. Kitabında çevresel etiğin batı uygarlığındaki tarihsel gelişimini anlatan Nash, toplumların etik açıdan evrilip geliştiklerinin altını çiziyor. Nash’e göre insanın başlangıçta ait olduğu ailesine, kabilesine ve yöresine karşı etik davranma ihtiyacı, zaman içinde giderek sırasıyla, bağlı olduğu ulusa, ırka, insanlara, hayvanlara, bitkilere, canlılara, taşlara, ekosistemlere, dünyaya ve evrene genişler. Hayvan haklarının batı uygarlığındaki tarihi antik Yunana ve Roma devrine kadar uzanır. “Jus Animalium” hayvanların insanlar ve devletlerden bağımsız doğuştan sahip oldukları haklardır. 3’üncü yüzyılda yaşamış Romalı bir hukukçu olan Ulpian, doğanın bir bütün olarak kurduğu düzene insanlığın saygı göstermesi gerektiğini ileri sürer ve “jus animalium jus naturale”nin yani insanların doğuşta sahip oldukları hakların bir parçasıdır der. İnsan olmayan varlıkların haklarına, en azından insanların bu varlıklara karşı sorumlulukları olduğunu belirten ilk yasa 1641’de ABD’de Nathaniel Ward adlı bir avukat tarafından kaleme alınır ve yasalaşır. 15’inci, 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda tilki avı, horoz dövüşü gibi “amaçsız zalimlik”lere karşı protestolar artar. Alman filozof Gottfried Leibnitz her şey birbiriyle bağlantılıdır diyerek canlı ve cansız, insan ve insan-harici varlıklar arasındaki ayırımı reddeder. Fakat çevresel etiğin ilk nüveleri Hollandalı filozof Baruch Spinoza’nın fikirlerinde görünür. Spinoza’ya göre tüm varlıklar “Yaratıcı”dan bir parça taşır, bu nedenle bir ceylanın bir insan kadar var olma hakkı vardır ve doğal sistem bir bütün olarak etik değere sahiptir. Taşralı bir çiftçi ve yazar olan John Lawrence adaletin özü itibariyle bir olduğunu, bu nedenle hayvanlar ile insanlar için bölünemeyeceğini söyler. 19’uncu yüzyılda yaşayan düşünür ve aktivist Henry Salt “Sosyal Gelişimle İlgili Hayvan Hakları” (Animals’ Rights Considered in Relation to Social Progress) kitabında eğer insanların yaşama ve özgür olma hakları varsa, hayvanların da olmalı der ve toplum anlayışının hayvanları da içine alacak şekilde genişlemesi gerektiğini söyler. Salt hayvan hakları hareketini doğrudan insanlığın sosyal gelişimine, uygarlaşmasına bağlar. Yaşadığı dönemin etkisiyle kapitalizmin hem insanları hem de doğayı kurban ettiğini savlar. 20’nci yüzyılda çevre aktivisti, şair Gary Synder ideal demokrasinin en mükemmel haline ancak tüm canlıları kapsamına alarak ulaşılabileceğini söyler.
Peki, siz sayın okur, yüzyıllar içerisinden süzülüp gelen bu çevresel etik fikirlerin hangilerini aklınıza uygun buldunuz? Hangi yaban hayvanlarının öldürülüp, hangilerinin yaşayacağına, kaç yaban hayvanının av olacağına karar veren kurumların ve kişilerin, yaban hayvanlarına etik davrandıklarını düşünüyor musunuz? Devletin çevresel etik kaslarını esnetip, geliştirmesi gerekmiyor mu?
BirGün Gazetesi - 01.09.2020, Salı
01.09.2020