10.06.2018 / Anlatan Adam - Denizde Balık Bitti!
Baba memleketi Çanakkale’ye giderdik çocukken eski yazlarda. Çanakkale’nin Lapseki ilçesinin “Çardak Beldesi”ne. Elleri bembeyaz, yüzü nur içinde babaannemin yanına koşarken, aynı bugünlerde olduğu gibi, yazın ilk günleri başlardı.
Çardak’ın bir çıkmazında otururdu babaannem. Otururdu derken, gerçekten otururdu orda hep. Önünden deniz akan köyün, hayatında hiç denize girmemiş kadınlarındandı. Kocalar hep cennete uğurlanmış, bir sürü yaşlı teyze babaannemin evinin önündeki gölgelikli divanda, belirli vardiyalarla otururlardı öylece.
*
Çoğu ayağını bile denize sokmamıştı. Eskiler çok iyi bilir; deniz kıyısı kent ve kasabalarda yerleşim hep denizden en uzak bölgelere yapıla gelmiştir. Çünkü deniz evleri yıpratır tuzuyla, her daim esen rüzgarıyla ve toprak da pek verimsizdir deniz kıyısında. E kadınlara denize girmek de pek caiz (!) olmadığından, denizden hep uzak olmuşlar bizimkiler bu deniz kasabasında.
*
Bizler de anneanne, babaanne ziyaretine gelen şehirli çocuklardık. Her yaz buluşurduk, bu bizce dünyanın en güzel tatil beldesinde. Buluşur buluşmaz hemen birbirimize geçen kış neler yaptığımızı abartarak anlatırdık, azıcık harçlıklarımızla alınan gazoz ve çekirdek eşliğinde.
Sonra çayıra çimene yayılır, bir de top bulduk muydu hemen dalardık eğlenceye. “Küçücük, ufacıktık; top oynar, acıkırdık.”
*
Bazı arkadaşlarımız yaz kış orada yaşarlardı. Bizlerin yaz tatiline gelmesiyle hayatları değişirdi, daha ışıltılı bir hal alırdı. Bizlere özenir, anlattıklarımızı ilgiyle dinlerlerdi. Biz de bu özentiyi bilir, anılarımızı süsledikçe süslerdik. Çocukluk işte!
Sadece yaşadıklarımızı değil, yaşamak istediklerimizi de yaşamış gibi anlatırdık.
Bu arkadaşların çoğunun babası balıkçıydı. O yüzden denizle, balıkla, balıkçılıkla ilgili çok şey bilirler, babalarının sandallarını tek başlarına kullanabilirlerdi. Bizden daha özgür, daha güçlü, daha bilgililerdi. Aslında şehirli çocukların, gizliden gizliye onlara özendiğini pek bilmezlerdi...
*
O günlerde kırlangıç denilen balık çok çıkardı Çardak’ta. Gerçi her türlü balık bugünle kıyaslanırsa pek boldu ama, kırlangıç artık hiç kalmadığından şimdilerde, onu anmaktayız bu öykümüzde.
*
Bilmeyenler için anlatmalı, kırlangıç bizim denizlerimizin fazla göç etmeyen, yerli balığıdır. Akdeniz, Marmara ve Ege’nin ılık sularının sahillerinde tek eşli olarak yaşar. Bu suların en diplerinde; onbeş, yirmi yıl birbirine sadık çiftler halinde hayatlarına devam ederler. Kırlangıç avlayan balıkçılar da, aslında uzun yıllar birlikte yaşayan ve belki de birbirini seven bir çifti ayırdıklarını bilmezler!
*
Büyük iğneli bir oltaya yarım sardalyayı sıkıca bağlar, atardık denizin en dibine, bir iki saat beklerdik. Sonra bir çekerdik ki, ucunda en az otuz, kırk santimetre bir kırlangıç! Yalan yok; istisnasız, her seferinde!
*
Yine bilmeyenler için söylemeli, kırlangıç çok güçlü bir balıktır. Denizin dibinde hareketsiz yatan sardalyayı ağzına attığında, yemle birlikte büyükçe bir iğne yuttuğunu da anlayınca; kırk, elli metre dipte yaşadığı mekanını hemen terk eder. Gökkuşağı kanatlarını da açarak; olta, kurşun ne var ne yoksa toplayıp, yukarı doğru yollanır.
Böylece onu yakalamak için sandalda bekleşen cingöz çocuklar, bazen oltanın kurşunu ve iğnesi koptu zannederler. Sadece boş bir misina çektiğini düşünen küçük avcılar, kırlangıcın aniden dibe dönmesine hazırlıksız yakalanırlarsa ya olta tüm ekipmanıyla birlikte suya düşer ve kaybolur ya da misina aşırı gerildiği için kopar gider.
O yüzden, can havliyle yukarı çıkan kırlangıcın ağzındaki misinanın boşluğunu almalı, balığı ürkütmeden sandalın küreğinin takılı olduğu ıskarmoza misinayı geçirip beklemek gerekir. Bu yolla kırlangıç dalışa geçtiğinde gerginliği fark ederek tekrar yukarı çıkar ki, bu böyle sürüp giderken zavallı hayvancağız yorulur.
İşte bizim oralarda, eskiden, çocuklar kırlangıcı aynen böyle yakalardı...
*
Bir gün altı çocuk sandala doluştuk yine, kendi özel kırlangıç yerimize kürek çekerek vardık. Sardalyalar oltalara takıldı; kırk, elli metreye suyun dibine yollandı. Bekleme faslı başladı. Sohbet gırla giderken, Çanakkaleli dostlara İzmirler, Ankaralar, İstanbullar anlatıldı; çok abartılı ve yarısı yaşanmamış hikayelerde.
*
Bir anda balıkçılıktan en çok anlayan arkadaşımız Sadık avaz avaz bağırmaya başladı:
- Oğlum bu başka bir şey, çok acayip!
Hepimiz Sadık’ın misinasına baktık, bu yorulmuş bir kırlangıç gibi değil hakikaten de! Yorulmuş kırlangıç renk cümbüşü kanatlarını açarak, dimdik yukarıya gelir. Sanki su yüzüne kendi çıkmak istercesine isteklidir son anında.
Sadık’ın misinası ise bir başka, bıçak gibi yırtıyordu denizin durgun suyunu. Bir, iki metrelik hızlı çizgiler atıyordu suda ve “vıjjt, vıjjt” diye ses çıkartıyordu!
Sadık elli metreye yakın attığı misinasını canhıraş çekiştirirken elleri kesilmiş, kanıyordu ama farkında değildi. Hem bağırıyor, hem çekiyordu!
Hepimiz sandalın dengesini bozarak bir tarafa toplanmış, Sadık’a bakıyorduk heyecan içinde.
Allahım bu ne büyük bir kırlangıç kim bilir? Seksen santim olanları varmış, balıkçı abiler anlatıyorlardı!
Hepimiz kafamızda hayal ediyoruz “Of, ne para eder bu ya! Balıkçılara satarız, gazoz alırız, çekirdek alırız hem de bir iki kilo! İçimiz bayılana kadar yeriz. Meydanda kurulan panayıra gider, uçan sandalyelere bineriz midemiz bulanana kadar, paramız kalırsa dondurma bile alırız belki be!”
*
Derken Sadık “Geliyor, geliyor” diye bağırarak sudan simsiyah, upuzun bir kemer çıkarttı. Işıl ışıl, kocaman, ayak bileğim gibi kalın bir yılan!
- “Bu ne be!” diye bağırarak sandalın içine attı koca yılanı.
Yani yılanbalığını...
*
Ben kendimden söyleyeyim, korkudan denize atladım. Sudan kafamı çıkartınca bir baktım ki, yılanbalığı sandalda, altımız da suda duruyoruz! Korkudan herkes kendini denize atmış, sandalda kimse yok!
Bir buçuk metre yılan balığı büyük bir gürült çıkartarak sandalın içinde debeleniyor, tüm misinaları birbirine karıştırıyor, biz altı çocuk sadece kafalar suyun dışında öylece kayığın içine endişeyle bakıyoruz!
*
Bir kaç dakika çocuk kafalarımızla olayı müzakere ederken, yılanbalığı iğneden de kurtuldu. Bizler korkuyla sandalın yılanbalıksız tarafından sandala binip, en az yarım saat dip dibe oturduk öylece. Yanına inilecek gibi değil ki meret!
*
Sonra, bin tane fikir arasından bir cesaretle, yılanbalığını sandaldaki alet edevatla tutup denize geri atmayı başardık.
Kırlangıçsız ama çok abartılabilecek bir anıyla evlerimize döndük...
*
Zaman içinde, şehirdeki hikayelerimizde; yılanbalığının rengi iyice karardı, denizden çıkan simsiyah bir yaratığa dönüştü. Boyu, dişleri uzadı ve keskinleşti. Hatta Sadık’ın elini bile ısırdı bir muhabbette, şehirdeki sınıf arkadaşlarına anlatırken!
*
Bugün artık böyle büyük balık avlanmıyor bizim beldede.
Yok çünkü...
Kırlangıçları da sevdiklerinden ayıra ayıra biz yok etmedik elbette. Kontrolsüz, zamansız, ticari balıkçılık yüzünden balık kalmadı ki hiç bir yerde!
Hani “artık balık bitti” diyorlar ya denizlerimizde, öyküler de bitti akabinde...
Dünyanın en iyi olta takımıyla, en iyi yemlerini bir araya getir, bir tane kırlangıç yakalayamazsın artık memlekette.
E, ne yapsınlar? Çocuklar da denizin kıyısında, oyun oynuyorlar bilgisayarda, tablette...
*
Keyifli ve huzurlu pazarlar dilerim.
Hürriyet Gazetesi - 10.06.2018, Pazar
10.06.2018