21.07.2014 / Kaya Özsezgin - 'Çevrebozan'
Konrad Lorenz, 1966’da yazdığı “Saldırganlığa Dair” adlı ünlü kitabında, insanların hayvanlarla genel bir saldırgan davranma içgüdüsünü paylaştığına dikkat çekmişti. Ondan biraz sonra (1973) Erich Fromm da “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” kitabında, insan davranışının hayvanlarda görülenin ötesinde hastalıklı bir saldırganlığa yol açan bir ölüm içgüdüsüne bağlı olduğu şeklinde daha olumsuz bir görüş öne sürmüştü. Ancak saldırganlığın türleri var ve bu türler hızlı bir evrime tabidir. İnsandaki saldırgan davranışların çoğunun, çevrenin kalabalıklaşmasına duyulan tepkinin bir sonucu olduğu yolunda bilimsel bir yaklaşım bugün genellikle kabul görmektedir.
Kaba kuvvete dayanan saldırganlıkta, saldıran kişinin muhatabı kendini savunma yolunda çaba göstererek saldırganı olabildiğince bertaraf etmeye çalışır. Ama bu saldırganlık, güçsüz doğaya karşı yapılırsa, burada karşılık vermeden saldırıya boyun eğen, doğanın kendisi olacaktır. Başka bir deyişle, insan ve doğa ilişkilerinde alabildiğine eşitsiz bir güç dengesi söz konusudur.
Tarım alanlarının yerleşim alanına dönüştürüldüğü, sağımızda solumuzda yerden biter gibi gökdelenlerin yükseldiği, suları çekilen ve kuruyan göllerin kıyıya vuran balık ölüleriyle dolduğu, flamingoların yeni doğa arayışları içinde olduğu, temiz su kaynaklarının tüketildiği bir dönemin tehlike çanları kulaklarımızın dibinde çalıp durmakta. Kime ya da kimlere sesleniyor bu tehlike çanları? Elbette önce sorumlu mevkide bulunanlara, çevre ve su işlerini yöneten kadrolara... Gazetelerde o güzelim “Sapanca Gölü”ndeki ya da “Bafa”daki, “Tuz Gölü”ndeki su seviyesinin, giderek ve hızla düşmekte olduğunu, İstanbul barajlarında iki ay yetecek su kaldığını okudukça, sorunun giderek büyüdüğünü ve belleklerimizde nasıl bir iz bıraktığını ister istemez düşünmek zorunda kalıyoruz. Seçim tartışmalarının yoğunlaştığı bir aşamada, dönüp bu sorunların çözümüne yönelik köklü önlemler almak, şimdilik kimsenin aklına gelmiyor. Gölsüz, ormansız, ağaçsız, susuz bir ülkede yaşamak ilerde daha büyük sorunlar yaratacak. Toplumda vurup kırıcı eylemlerin tavan yaptığı şu günlerde, gerginliğin nereden kaynaklandığını bana sorarsanız, bunun en büyük nedeninin çevre hoyratlığı ve doğa düşmanlığı olduğunu söyleyeceğim. Ağacın gölgesinde değil, başı gökyüzüne yükselen yirmi otuz katlı binaların insan ruhunu tutsak alan karanlığında yaşamakta sakınca görmeyenler, gelecek kuşaklara çöle dönüşen bir ülke toprağı bırakacaklarının farkında değiller mi? Doğa, insan uygarlığının yaşamasında en önemli kaynaktır; onu yok ederseniz, geleceğe hiçbir miras bırakmamış olursunuz. Baksanıza, tarım alanları da birbiri arkasından rant alanına dönüştürülüyor; ekilip biçilecek toprak küçüldükçe küçülüyor. “HES Projeleri”, halkın tepkisine rağmen dayatılıyor.
Doğal çevre tahribatı, yalnız doğal çevrenin yok edilmesiyle sınırlı değil, tarih ve kültür yapıları da gene rant hesapları uyarınca yıkılıp yerlerine “ucube” binalar dikiliyor. Heykele bu sıfatı yakıştırmadan önce, çevremizdeki ucubeleri teşhis etmek, kimsenin aklına gelmiyor. Abidin Dino, bu nedenle “iyi”nin ve “güzel”in “gören göz için” olduğunun altını çizmişti bir kitabında.
Gezi olayları, bütün bu olumsuz gelişmeler için uyarıcı bir tepkiydi aslında, yani bir doğa uyarısıydı. Ama bu mesajı alan pek olmadı.
Doğal çevrenin yaşatıldığı ve yeni katkılarla güçlendirildiği ortamlardır iyi sanat yapıtlarının üretilmesini özendiren. Sanatçı, doğrudan ya da dolaylı olsun, içinde yaşadığı çevrenin bozulmamış yapısından esinlenir, doğal çevreyi yozlaştıran girişimler karşısında ise geleceğe olan güvenini yitirir.
Hiç kuşkunuz olmasın, ilerde bizden “çevrebozan” ulus diye söz edilecek.
Aydınlık Gazetesi - 21.07.2014, Pazartesi
21.07.2014