18.01.2018 / Tülin Uygur - İnsanın 7 Milyon Yıllık Yolculuğu
Dünyanın oluşumunu, canlıların ortaya çıkışını ve insanın 7 milyon yıllık yolculuğunu izlemek üzere Stockholm’de “Doğa Tarihi Müzesi” müzesindeyiz.
“Stockholm Üniversitesi”nin “Frescati Yerleşkesi”ne çok yakın bir konumu olan müzenin görkemli binası hemen göze çarpıyor. “İsveç Bilim Akademisi” günümüzden tam 279 yıl önce, 1739 yılında kurulmuş. Kurucularından biri de ünlü İsveçli botanikçi, jeolog ve ornitolog Carl von Linné. Linné, bilim aşkıyla yetiştirdiği öğrencilerini dünyanın dört bir köşesine göndermiş, örnekler toplatmış, 1752’de “İzmir Buca”da ölen Fredrik Hasselquist bu öğrencilerden biri! Akademinin kuruluşuyla birlikte “Doğa Tarihi Müzesi”nin de temeli atılmış ama müzenin resmen açılış yılı 1819. İlk olarak akademinin koleksiyonlarında bulunan zoolojik örnekler sergilenmiş. Zoolojik örneklerin bir kısmı İsveç bilim adamlarının “Osmanlı İmparatorluğu”nun geniş coğrafyasına yaptıkları keşif gezilerinden toplanma! 1831’de müze zooloji, botanik, paleontolojik ve jeolojik koleksiyonlar dışında etnografik örnekleri de sergileyerek bilim dünyasında yerini almış. Müze, 1907-1916 yılları arası kubbeli bir biçimde inşa edilmiş olan bugünkü binasına ise 1916’da kavuşmuş. İlk kez tümüyle bir balina iskeleti sergilendiği için halk tarafından “Balina Müzesi” olarak adlandırılmış. Halen yeni eklemeler yapılan bu muhteşem binada ziyaretçilere açık “Doğa Bilimleri Müzesi” dışında bilimsel araştırmaların yapıldığı bölümler ve laboratuvarlar da bulunuyor.
Binanın bir bölümü de “Cosmonova” adıyla İsveç’in en büyük planetaryumu olarak kullanılıyor. Burada astronomi, doğa, hayvanlar alemi ve evrenin oluşumu ile ilgili 3D filmler dünyanın en büyük film formatında, 23 metre çapında ve 760 metrekare büyüklüğündeki kubbe biçimdeki perdede gösteriliyor. “Cosmonova” sergi ve konserler için de kullanılıyor. “Evrenin Sırları”, “Uzaya Yolculuk”, “Doğanın Gücü”, “Kızıl Planet” gibi filmlerin yanı sıra hayvanlar, doğa filmleri de gösterilmekte.
“Doğa Tarihi Müzesi” ücretsiz gezilebiliyor. Hafta içinde öğretmenleriyle gelen her yaştan cıvıl cıvıl okul ve anaokulu öğrencileriyle dolu müzeyi hafta sonunda da çocuklarıyla çevre illerden gelen aileler ziyaret ediyor. Çocukların, engellilerin ve bebek arabalı ailelerin katlar arasında rahatça hareket edebilmesi için asansör var, ayrıca ailelerin yanlarında getirdikleri sandviçleri yiyebilmesi için bir yemek salonu ve bebek mamalarını ısıtabilmeleri için mikro fırınlar hazırlanmış.
“Doğa Tarihi Müzesi” İsveç’in sadece en büyük değil, en çok ziyaret edilen müzesi. Ayrıca müzenin biyoloji, jeoloji ve paleontoloji konularında çocuklar dahil ziyaretçilerden gelen her türlü soruya cevap vermek üzere görevlendirilmiş, e-posta veya telefon yoluyla ulaşılabilen “nöbetçi” bilim insanları da var. İşte bu bilim insanları okul ödevi hazırlayan çocuklardan, ormanda gezerken bulduğu ilginç kaya veya kemik parçasını ya da minik bir böceğin adını merak eden yetişkinlere kadar herkesin sorularına kısa sürede ciddi ve bilimsel cevap vermekle yükümlüler.
Müzenin araştırma bölümünde biyocoğrafya ve biyobilgi, genetik, botanik, jeobilim, çevre araştırmaları ve izleme, paleobiyoloji ve zooloji dallarında toplam 12 profesör ve 48 araştırmacı çalışıyor. Sürüngenlerden, böceklere, bitkilerden, minerallere, fosillerden, buzullara ve iklim değişikliklerine her konuda araştırmalar yapılıyor. Her yıl 250 özgün araştırma yayınlanırken 300 yabancı araştırmacı da müze çatısı altında çalışmalara katılıyor. Müzenin 10 milyon parçadan oluşan koleksiyonunun yaklaşık 10 bin kadarı da her yıl sergilenmek üzere başka müzelere gönderiliyor.
Kısacası müze nitelikli bilim kültürünün sürdürüldüğü, bilimsel araştırmaların halkla paylaşıldığı bir yer, halk eğitiminin önemli bir halkası. Doğayı anlamaya çalışan bilim insanlarının gözlemleri, araştırmaları ve doğadan topladıkları örneklerin sergilendiği bir sergi salonundan çok, bilim insanları ve halk arasındaki iletişimin mümkün olduğu bir doğa tarihi okulu! Tam da bu nedenle sınıflarında doğa tarihi konusunu işleyecek okul öğretmenlerine destek olmak üzere özel dosyalar hazırlanmış. Bilim insanları zor bir konu olan doğa tarihi konusunu işleyecek öğretmenlere yol gösteriyor, yardımcı oluyor. Müzede pedagojik hazırlanmış yaklaşık 9 ayrı sergiyle ziyaretçilere güneş sisteminden buzullara geniş bir yelpazede sunum yapılıyor. Fosiller, balmumu heykeller, kurutulmuş ve doldurulmuş canlılar, insan vücudu ve işleyişi sergilenerek biyolojik çeşitliliğin dünya üzerindeki dağılımı ve coğrafya ile türler arasındaki ilişki anlatılıyor.
Tabii söz konusu bilim ve üzerindeki canlılarla dünya olunca kaçınılmaz olarak “evrim” devreye giriyor. Sanki tüm müze evrimi anlatmıyormuş gibi bir de evrim köşesi yapılmış! 9 metre uzunluğunda bir tünelden geçilerek gidiliyor bu köşeye. Tünel boyunca üzerinde henüz “misafir” olmayan genç dünya, ayın oluşumu, ardından dünyada yaşamın ortaya çıkması, muhtemelen ilk kez suyun altında gelişen yaşam ve tek hücreliler-çok hücreliler anlatılıyor. Dünyanın çeşitli zamanlarda ne durumda olduğu ve bu zamanlar içerisinde kıtaların hareketleri, iklim geçişleri ve her dönemin önemli olaylarını gördükten sonra ulaşılıyor evrim köşesine. Burada 4 ayrı masada, evrimi yaratan mekanizmalar ile çevre ve farklı türlerin türler içinde ve türler arasındaki mücadelelerinin yaşamı nasıl etkilediği anlatılıyor.
Solucanların Önemi
Günümüzden 634-541 milyon yıl öncesinden başlayan süreçte ağzı, bağırsakları ve diğer organları olmayan ilk ilkel çok hücreliler ortaya çıkmış. Ardından da kasları ve bağırsakları olan ilk “gerçek” hayvanlar, solucanlar. Araştırmacılar solucanların dayanıklı olduğunu ve şartlara çok daha iyi uyum sağladığını belirlemiş. Bu solucanlar daha sonra ön ve arka çıkışları olan 3 katmandan oluşan bedenlere sahip olmuşlar. Bedenlerine bağırsak, kaslar dışında beyin ve deri ile bağırsaklar arasındaki katman da eklenmiş. Charles Darwin’in 1881 yılında “dünya tarihinde bu basit yaratıklar kadar önemli rolü olan başka bir canlı olduğuna şüphe duyarım” dediği solucanlar, artık insan dahil daha sonraki tüm hayvanların atası olarak düşünülüyor. Yani solucan deyip geçmeyin, onlar sayesinde tam 600 milyon yıldan bu yana bir şekilde dünyadayız!
İnsanın Yolculuğu
2008 yılında “Stockholm Doğa Tarihi Müzesi”nde çok özel bir sergi açıldı ve kalıcı hale getirildi. “İnsanın Yolculuğu” sergisi! Dinozorların yok oluşundan tam 65 milyon yıl sonra fillerin, atların ve diğer hayvanların nasıl geliştiğini göstermek, insanın 7 milyon yıl süren yolculuğunu anlatmak için düzenlenmiş. Serginin ana teması insanın yolculuğu ama memeli hayvanların gelişimi ve milyonlarca yıl süresince iklim ve çevre şartlarındaki değişimin insan dahil çeşitli türler üzerindeki etkisi de bu sergide işlenen iki yan tema.
İklim ve coğrafi koşullar altında “Homo Sapiens”in dünyaya nasıl yayıldığını, müze salonunda görmek müthiş. Tabii “Sapiens”ten önce ve sonra başka “homo”lar da var. Homo “insan” demek. Örneğin küçük kafataslı “Homo Floresiensis” 95 bin yıl ortaya çıkmış. Endonezya’da “Flores” adasında bulunan iskelet örneği 18 bin yıl öncesine kadar bu türün yaşamını sürdürdüğünü göstermiş. “Homo Floresiensis” “ada insanı” olarak sınıflandırılmış. Sonra “düşünen insan” “Homo Sapiens” bulunmuş, koca kafataslı, yüksek alınlı bir tür. Ardından Avrupa ve Batı Asya’da en büyük kafatasına ve kalın kaşlara sahip “Homo Neanderthalensis” ortaya çıkmış. Bu yüzden Almanya’daki “Neandertal Vadisi”nin adı verilmiş. “Homo Ergaster” de kalın kaşlı ama dar alınlı bir tür. Afrika Çad'da bulunan “Parantrophus Boisei”, geniş ve güçlü çeneleriyle dikkat çekiyor. Tanzanya’da bulunan “Homo Habilis” akrabalarımızın ilk türü! Yine Afrika’da bulunan “Australophitecus Afensis” bir sonraki tür ve erkeklerin kafatası daha büyük. Bilinen türlerin en eskisi ise Afrika’da Çad’da bulunan “Sahelantropus Tchadensis”, tam 7 milyon yıl önce iki ayağı üzerinde yürümeye başlamış.
“İnsanın Yolculuğu” sergisi yerli, yabancı turistlerin odağında. Serginin ana teması insanın Afrika’da ilk kez iki ayağı üzerinde duran canlıdan bugüne ulaşan yolculuğu. Afrika kıtasından yola çıkan insanın dünyanın farklı coğrafyalarına yayılması, farklı insan türlerinin farklı yaşam şartlarına uyum sağlaması grafiklerle, filmlerle anlatılıyor. Özellikle Fransız heykeltraş Elisabeth Daynès’in insanın yolculuğuna uygun hazırladığı son derece gerçekçi, sanki cam vitrinlerinden çıkıverecekmiş gibi canlı görünen balmumu heykeller bizi 7 milyon yıl öncesi atalarımızla tanıştırıp, günümüze taşıyor. Vitrinler arasında dolaşırken insan nedir, doğada insanın yeri nedir, nasıl insan olduk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, 7 milyon yıl önce başlayan yolculuğumuzun yarın nasıl olabileceği konusuna cevap arıyoruz. Her vitrin bölgesinde yapılan açıklamaları okuyup sorulan sorulara cevap vermek unuttuğumuz sınav heyecanını yaşatıyor. Bu konuda çalışan bilim insanları, dünyanın bilinen fosil vadilerinde yeni bulgulara ulaştıkça henüz tanışmadığımız yeni şahsiyetlerin de ortaya çıkacağına eminim.
Ne acı ki bizim böyle bir müzemiz yok! Olsaydı, yaşadığımız şartlarda neler anlatılırdı bilmiyorum ama ülkemiz, tek başına “Göbekli Tepe”nin de kanıtladığı gibi, dünyanın her bakımdan en değerli ve geçmişe ait izlerin en bol olduğu coğrafyalardan biri. Ülkemin her bir köşesinde yer altından çıkarılan ve yer üstünde bulunan her bir parçasının çok iyi korunması, değerlendirilmesi ve gelecek kuşaklara bilimin ışığında sunulabilmesi umudumu hiç kaybetmiyorum. Aydınlık günler hepimizin olsun!
Aydınlık Gazetesi - 18.01.2018, Perşembe
18.01.2018